Kutlu zaferin bir yıldönümünü daha hep birlikte coşkuyla ama biraz buruk yaşıyoruz.
Evet bir 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı daha anıyoruz. Muhteşem zaferi, bebek katili eli kanlı terör belasının gölgesinde kutluyoruz.
26 Ağustos sabahı, yani Anadolu kapılarının kahraman Türk milletine açıldığı Malazgirt Zaferi’nin yıldönümünde başlayıp 5 gün 5 gece devam eden meydan muharebelerinin sonunda imha edilen düşmanın Anadolu’dan atılışının yıldönümündeyiz.
Farkında olanlara ne mutlu...
Cephede savaş alanını gezerken Mustafa Kemal Atatürk, ellerini açıyor ve Fatiha okuduktan sonra şöyle dua ediyordu, Yüce Allah’a:
“Ya Rab!
Bana suç yazma, beni ölenlerin sorumlusu yapma.
Yunanlılar yurduma girdi. Milletimin namusuna saldırdı.
Türklüğe ve sana inanan dua eden Müslümanlığı yok etmek istediler.
Yurdumu kurtarmak için bu savaşı yaptırdım.
Beni istilacı kumandanlarla bir tutma!
Türk Milletinin kurtuluş savaşında dökülen kanlardan dolayı beni affet...”
Yine Türk’ün Büyük Önderi Atatürk, o yılları özetlerken şöyle diyordu:
“...Arkadaşlar! Bu Anadolu zaferi tarih arasında, bir millet tarafından tamamen benimsenen bir fikrin ne kadar kâdir ve ne kadar muhyi bir kuvvet olduğunun en güzel misali olarak kalacaktır.
Önümüze dikilen bütün mevanii birer, birer yıkıp aştıktan sonra bugün artık Misak-ı Milli’nin çizdiği hudutlar dâhilinde, mesut, müreffeh ve hür yaşamak için, her ne lâzımsa, bunların hepsini istihsâl edeceğiz.
Düşman elleriyle viran olmuş ve milletimiz tarafından her köşesini kurtarmak için seve, seve can verilmiş ve çocuklarımızın kanıyla sulanmış olan yurdumuzun ufkunda artık sulhun tatlı güneşi gecikmeyecektir.”
İşte o günlerden bugünlere geldik...
“Türk’üm” demenin suç sayıldığı günlerden geçiyoruz. Türk ile Türklük ile alay edenlerin prim yaptığını görüp ızdırap duyuyoruz!
Bu büyük ızdırap içinde tesellim, kudrete muhtaç olanlara Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde olduğu gibi damarlarındaki kanı hatırlatıyorum!
“Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”
Ne mutlu Türk’üm diyene!
Son noktayı Büyük Önder Atatürk’ün o günlerden bu günlere taşınan büyük iman ve inancını ifade eden sözleriyle koyalım:
“- Burada akan Türk kanları, bu semada pervaz eden şehit ruhları devlet ve Cumhuriyetimizin ebedi muhafızlarıdır!”