30 Ağustos 2011 Salı, iki önemli bayramı birada kutladığımız gün olarak tarihe geçti...
Elbette, etrafımızdaki ateş hattının yanı sıra bölücü terör belasının endişesi ile bir bayram daha yaptık...
Vatan evlatları, cansiperane görevini yaparken yaşadığımız bu bayramdan geriye kalanları şöyle bir hatırlatmak istiyorum...
Türkiye’de siyasetin ne kadar ateşli yapıldığı herkesin malumu... Kürsüye çıktıklarında mikrofonda saymadıklarını bırakmayanların Ramazan ve Kurban Bayramlarında birbirlerine yaptıkları ziyareti yıllardır ilgimi çeker e ibretle izlerim...
Elbette ve öncelikle de birbirlerine bu denli bağırıp çağıranların karşı karşıya gelişlerinde yaşadıkları ruh halini de hep merak ederim.
İşte bu merak içinde bir bayram trafiği daha geride kaldı. Bu bayrama bölücü eşkıyadan kendini soyutlayamayan BDP’ye yapılmayan ziyaretler damgasını vurdu. Bu bayramda bir başka önemli olan şey de Milliyetçi Hareket Partisi’nden Büyük Birlik Partisi yönetimine verilmediği söylenen bayram randevusu idi...
Görünen o ki, BBP yöneticileri ve teşkilat üyelerinin her konuşmalarında sanki önlerinde tek suçlu MHP imiş gibi anlaşılmaz açıklamalar yapmaları; randevu reddinin önemli sebebidir. Özellikle 12 Haziran seçimlerinden önce BBP’in bir tek oy için neler yaptığını herkes gördü... Sonuç da ortada... Türk milletinin geleceği için bir arada olması gerekenler ayrı düştü, hem de bayramda bile... Kimsenin gönlü razı değil ama sebep olanları da affetmek mümkün değil...
Tüm bu siyasi trafik içinde asıl önemli olan şey ise Büyük Türk, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hediye ettiği bir bayramda yaşanan ilk...
AKP sözcüsü gazete ve televizyonlar, bu değişikliği çok önemsediler... Yere göğe sığdıramadılar! Neydi efendim bu ilk; 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda tebrikleri Genelkurmay Başkanı yerine Cumhurbaşkanı’nın kabul etmesi idi...
30 Ağustos; Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması sürecinde başlatılan milliyetçi hareketle Türk milletinin tekrar ayağa kalktığını ve varoluş gayesini sürdürme iradesini ortaya koyduğu Büyük Zafer’in tarihi...
Evet, bu büyük günün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin emanetinde taçlandırıldığı bayram törenleri bu defa farklı gelişti.
Milliyetçi Hareket’in Lideri sayın Devlet Bahçeli Bey’in değişikliği kabullenemeyip tebrikatın kabulü törenlerine katılmayışını önemsemiştim ki gerekçesi bayramlaşma törenlerinde netleşti. Devlet Bey’in ısrarla 30 Ağustos’un Türk Silahlı Kuvvetleri’ne armağan edilen bir bayram olduğunu ifadesi doğru ve yerindeydi. Görünen o ki AKP bazı değerlerle oynama geleneğini burada da devam ettirmiş bulunmaktadır.
Devlet Bey, şöyle diyordu:
“…19 Mayıs, Atatürk'ün gençliğe armağanıdır ve gençlik öndedir. 23 Nisan milli egemenlik bayramı olarak TBMM başkanlığınca kutlanmaktadır. 30 Ağustos, Türk ordusuna armağandır. 29 Ekim de milletimize armağandır ve 89 yıllık bu süreçte Genelkurmay Başkanının şahsında Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Yüce Türk’ün armağanıdır.
Ancak özel bir istekle bu gelenek değiştirilerek, Sayın Cumhurbaşkanını demokratikleşme ve sivilleşmenin bir örneği teşkil edercesine yine bir askeri kavramla 'Başkomutan' olması sıfatıyla tebrikatı kabule hazır hale getirmiş ve 30 Ağustos Zaferini, bu geleneğin dışında kullanmıştır. Bu, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bugüne kadar oluşturmuş olduğu milli değerlerin, geleneklerin itibarsızlaştırma ve etkisizleştirme operasyonunun bir süreç olarak devamının işaretidir.”
Bu uygulamadan ortaya çıkan sonuç; itibarsızlaşma ve etkisizleştirme olduğuna göre sayın Devlet Beyin katılmayışı son derece haklıdır.
Devlet Bey, bunun gerekçesini de son derece net ortaya koymuş, şöyle demiştir:
“MHP olarak, bunu kabulümüz mümkün değildir. Bunun adı demokratikleşme ve sivilleşme değil, bir milleti tarih şuuru ve değerleri ile tamamen silikleştirme hareketidir. O bakımdan Atatürk'ün ve Türk milletinin, büyük bir zaferi başaran Türk ordusuna armağanına sadık kalmak ve bu yanlıştan dönebilmenin bir işaretini ortaya koyabilmek için dün yapılmış olan tebrikat toplantısına MHP'nin genel başkanı olarak katılmamayı uygun buldum.”
Ne demeli; zaman en iyi ilaçtır!
Sözün özüyle yazımıza nokta koyalım ve sözü Mevlana’ya bırakalım:
“-Gönlü ışık yakmayı, aydınlanmayı öğrenen kişiyi, güneş bile yakamaz. Gündüz gibi ışıyıp durmayı istiyorsan, geceye benzeyen benliğini yakıver.”